KAĞITTAN GEMİLER
1.BÖLÜM
~uyanış
Ne gerek var ki? Yol boyu yürüyorum. Mevsim haziran ben kasım hissediyorum. Soğuk ve yağmurlu bir gün de gidilecek yerim varmış gibi acele adımlarla, bir yerde bekleyenim varmış gibi koşar adımlarla ilerliyorum.
Saatim yok. Telefonun kilit tuşuna basıyorum, ekran açılmıyor. Bu alet de iyice eskidi. Basılı tutuyorum hah ekran göründü. 17.48 saat. Düz altı de sen ona. İkindi sonrası bir vakit. Telefonun ıslanan ekranını pantolonuma sürerek geri cebime koydum. Bir fırın önünden geçemiyorum. Pide kuyruğu var. Kaldırımdan bozuk asfalt yola inip kalabalığın beni yavaşlatmasına izin vermeden yürüyorum.
Kafam da dünyaya dair telaşların dışında bir şey var. Ben de yok evine dönmek isteyen insanın yaşam sevinci. Bende yok kaldırımını sahiplenmiş dilenci uyanıklığı. Yürüyorum. Uyumaya yürüyorum. Karnımda bir kazıntı var. Sahursuz tuttuğum oruç arada mideme dokunuyor. Ben hissetsem de gece yiyesim gelmiyor. Affola, bir sünnete daha uzak kalıyorum.
Çalan kornayla kafamı kaldırıyorum. Hala yoldayım. Yolda kalmışım. Can havliyle, beni güldüren can sevgisiyle kaldırıma bir kez daha çıkıyorum. Babasının omuzlarında gezen küçük kız çocuğuyla göz göze geliyorum. Tüm dişsizliğine rağmen gülümsüyor. Salyalı. Benden utanıp kafasını babasının saçlarına gömüyor. Hayat diyorum. Bu kadar canlı. Çocuktan sonra yine yollara düşüyorum. Gözlerim hep yollarda zaten.
Yolun etrafında birbirine yapışık, altları dükkan olan apartmanlar sıralı. Estetik olmayan kirli yüzleri, bir kentin yorgunluğu üstlerine yığılmış halleri, yeni İstanbul halleri mahcup değil. Daha çok ölüler. Küsmüş de olabilirler. Hakları. Rüzgar estikçe gömleğin uçları bir yukarı kalkıyor, bir aşağı iniyor. Ellerim boşta kalmışlıkla salınıyor. Halbuki çok işim varmış gibi hızlıca yürüyorum. Onlar gerçeği söylüyor. İspiyonluyorlar. Sonra duruyorum. Rengi eskiden sütlü kahverengi misbon renginde olan apartmanın önünde. Kafamı yukarı kaldırıyorum. Yine perdeleri çekik. Zile bastım. Bekledim. Zırr sesinden sonra apartman kokusu eski soğuk ve beton kokusu içime işledi. Ceyhun, ulan al iklimini buldun. Bir kat çıktım. Kapı ziline uzanırken kapı açıldı. Selim abi gülerek
“Nerelerdesin be abi? Hoş geldin.” dedi. Sarıldık. Ayakkabıları kapıda bırakarak içeri girdim. Sonra ellerini kurulayarak bir kadın geldi. Selim’in eşiydi. O da gülümseyerek
“Hoş geldiniz.” dedi. Selim
“Nilay, Ceyhun. Üniversiteden arkadaşım.” diyerek tanıttı. Evet ben Ceyhun, üniversiteden. Arkadaş olan. Bana gösterilen koltuğa oturdum, misafir terliklerinden bile verdiler. Terliklerin üstünde buruşukluk vardı. Babamın gazete okurken giydiklerindendi.
“En son ne zaman görüşmüştük?” dedi Selim.
“Ben kaza yapmadan önce.” diye cevapladım koltuğa yaslanarak. Selim’in yüzünden ne boş boş konuşuyorsun buruşması geçti. Kendine kızdı. Hassas çocuk. Devam ettim “Leyla’nın veda yemeğinde. Sonra olanları biliyorsun.”
“Leyla geri dönmüş. Bakanlığa atanmış.” Başımı salladım. Bilmiyordum. “Eviniz güzelmiş.” diye yalan söyledim. Basitçe her yer doldurulmuştu. Nilay’ın zevksizliği Selim’den beterdi anlaşılan. Dayanamadım
“Abi beni niye çağırdın?” Selim sehpada yayılmış dosyaları bana uzattı.
“Sana ihtiyacım var, bak bunlar senin kaza dosyaların. Kapatıldı ve bunu yapan Savcı Gökhan Keser. Leyla’nın müstakbel kocası.”
“Bırak pisliklerinde boğulsunlar. Kaza da ölmedim zaten. Yaşamam onlara yeter.”
“Yetmez Ceyhun, kendine gel. Annenin mirası tehlikede.”
“Annemin parası pulu umurum da değil.”
“Ceyhun sen o arsaya sahip çıkmazsan var olan bütün tarihi eserler yurtdışına kaçırılacak. Köşk tescilli yapıdan çıkartılıp avm alanına katılacak.”
Yapsınlar gibi baktım. Selim sinirle bakıp “Kendine gel bunlarda sadece senin hakkın yok. O azgın köpeklere yedirecek bir toprak yok.”
Gülerek ayağa kalktım. “Benim de sana yedirecek param yok Selim.” Oturduğu yerde kalakaldı. Hızlıca kapıyı çarpıp çıktım. İlk denk gelen taksiyi çevirip “Çamlıca” dedim. Biraz eti yenmez heriftim. Uyanma vakti gelmişti.

Yorumlar
Yorum Gönder